Tutkalımız ortak düşmanlar değil, ancak ortak değerler olabilir...
90'ların ortaları. 15 yaşındayım.İzmir’e sığamıyorum. Basıp uzaklara, yabancısı olduğum kentlere gitmenin hayalini kuruyorum.Salah Birsel’in Güzin’i gibi, aklımda atlar arabalar yok belki ama... Onun gibi, benim de aklımda başka hayatlar var; hayallerim bir büyük defter tutar. Ve hiçbirinde bu ülke yok. Ergenlik başımda duman ve fena halde Amerikan gençlik kültürü etkisindeyim. Michael Jackson ve Lisa Marie Presley’nin evlenmesine şaşırıyorum. Freddy Mercury için akıttığım gözyaşları dinmemişken, üstüne Kurt Cobain’in yasını tutuyorum. Hayatı bilir gibi, Forrest Gump’tan “Hayat bir kutu çikolata gibidir” sözü dilime yapışık halde dolaşıyorum.Hayalperestliğe varan idealizmin, budalalığa varan iyimserliğin ortasında, bir gün bir derste önüme konan sınav kâğıdında soruyla bakışıyoruz:“Tek bir dünya uygarlığı olabilir mi?”
Küreselleşme kavramı 80’lerden itibaren yaygınlaşmaya başladıysa da ben o zaman nedir, ne değildir bilmiyordum. Bu soruyu da çocuk saflığıyla cevaplamıştım.
“Olmaz mı? Tabii ki olur! Hem de müthiş olur” diyerek, sınırların, silahların, devletlerin olmadığı, herkesin canının çektiği yerde yaşayıp istediği dilde konuştuğu, adil ve özgür bir dünya kurgulamıştım.
Küreselleşmenin dünyayı tek tipleştireceğini, en büyük ‘avantajının’ nereye gitsem McDonald’s, IKEA veya Zara’yla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim.
Gel zaman git zaman...
Biraz gidip memlekete döndüm ve başladım dolaşmaya. Ondan sonra gelişti aidiyetim.
Ege zaten evimdi. Rize, Van, Hatay, Gaziantep, Diyarbakır, Kars, Mardin, Sinop, Giresun, Artvin, Eskişehir derken, çeşitlilik aklımı başımdan aldı. Hepsine sevdalandım. Sevdikçe kalbim genişledi.
Coğrafya kaderdi ve fark ettim ki; gezip dolaştığım her yerde biz, farklıydık ama aynı zamanda kader arkadaşıydık.
Bu arada, bırakın tek bir dünya uygarlığını falan... 11 Eylül’le beraber tek mevzu ‘medeniyetler çatışması’ydı.
Bizde zaten hep olan çatışma giderek keskinleşti.
Öyle bir keskinlik ki, hepimizin filmleriyle büyüdüğü Tarık Akan’ın ölümünün ardından bile “Ateşi bol olsun” diyenler çıkabiliyor.
Ya da bazı akademisyenler -masum olduklarını bile bile- arkadaşlarını “örgüt üyesidir” diye şikâyet edip onlar kovulunca arkalarından pasta kesebiliyor.
“Duyar kasmak” diye iğrenç bir laf türedi. Kendi aymazlıkları sırıtmasın diye duyarlı insanı değersizleştirmek isteyenler var.
Hürriyet, “Bizim ortak değerlerimiz ne?” diye soruyor.
Düşündüm uzun uzun.
Dedim misafirperver insanlar atlarına binip gittiler.
Dayanışmanın yerine de linç kültürü geldi.
Ortak değer, değersizlik oldu nicedir.
Artık yurttaşların toplumun geneliyle değil, ait oldukları kesimle paylaştıkları değerler var. Diğerlerine beslenen düşmanlık da onları kenetleyen şeylerden biri.
Kaça bölündük sayamıyorum. Durmadan didişen, dalaşan, dövüşen, birbirini kanatan çocuklar gibiyiz.
Dört yanımız hakaret, damgalama, kavga, çatışma, savaş, ölüm. Her gün ölenlerin isimlerini aklınızda tutabiliyor musunuz? Ben sayılarını bile aklımda tutamıyorum.
Ortak değerlerde buluşamazsak eğer, ya memleket elden gidecek ya da biz gideceğiz.
Bizim tutkalımız ortak düşmanlar değil, ancak ortak değerler olabilir.
Bunları inşa etmek için nereye bakacağımız da belli.
Bir Yaşar Kemal’imiz vardı; ona baksak bile yeterdi gerçi... Ama onu bile anlayamadık.
Evrensel değerleri, insanlığın ortak değerlerini benimsemek zorundayız.
Farklılıklara tahammül, kadına-çocuğa-çevreye-yaşama saygı, ekonomik ve sosyal adalet, dürüstlük, ılımlılık, özgürlük...
Bizi bataklıktan ancak bunlar çıkarır.
Ve en önemlisi...
Adalete, barışa, demokrasiye evladımıza sarılır gibi sarılmalıyız.
Çünkü gelecek bunların tesisine bağlı.
Ancak daha fazla insan sesini barışçıl yollardan duyurma şansını yakaladığında...