Askıda ekmeğimiz, karşısındaki şoföre selektörümüz var.
Sahi nedir bizim müştereklerimiz? SOSYALİZ, dayanışmaya önem veriyoruz. Avrupalı dostlarımız askıda kahveyi yeni keşfetmiş olabilir ama bizim fırınlarımızda askıda ekmek, esnaf lokantalarmızda askıda kuru-pilav hep vardı. Biz tanımadığımız şoförlere ilerde çevirme var diye selektör yapan bir milletiz. Belki hepimizin evde beslediği bir hayvanı yok ama birçoğumuz lokmamızı sokaktaki hayvanlarla paylaşırız; dirlik hissimiz beraber yaşadığımız pek çok canlıyı kapsar. Bir sürü imece pratiğimiz vardır. Bahçelerimizin, tarlalarımızın kenarına göz hakkı bırakırız. Toplum yararının ne olduğunu biliriz, önemseriz; Çalıkuşu’nun gayretine, Adile Naşit’in sevecenliğine öykünmeyenimizi bulmak zordur. Annelerimiz sokakta tanımadıklarına bile “evladım” diye seslenir. En zenginimiz de en fakirimiz de Şener Şen’de buluşur; Züğürt Ağa’yı da Eşkıya’yı da içimizde hissederiz. Bizden zengin ülkelerden daha fazla sosyal harcama yaparız, bundan da gocunmayız.
Birbirimizin rızasını almak bizler için önemlidir çünkü hukukun sadece kara kaplı defterde beyaz üzerine siyahla yazılı kurallar olmadığını, hukukun birbirimizle ilişkilerimizde damıtıldığını, oluştuğunu biliriz. Helalleşememek bizim için önemli bir eksikliktir çünkü herkesin birbirinin sicil amiri olduğunu biliriz. Belki de o yüzden devlet sopası olmadan dayanışmanın nasıl oluştuğunu göstererek Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan ilk kadın olan Elinor Ostrom bu ülkedeki balıkçılara bakarak varmıştır ilk sonuçlarına. Bizim için normal, sıradan olan, dünya için yeni bir buluş olabiliyor. Sosyalleşmeye çok düşkün olduğumuzdan olsa gerek SMS kullanımında, Facebook üyeliğinde, Periscope’a alışmakta bir sürü dünya birinciliğimiz var. Muhabbet, sohbet bizim için önemlidir. İlişkileri koparmamaya özen gösteririz... Eğer kesintiye uğrarsa, araya soğukluk girerse, barışmak için fırsat ararız. Varsın kardeşliği Fransız Devrimi sloganlaştırmış olsun, bizim de o konuda bildiğimiz bir-iki şey vardır.
İzan, ölçü, zarafet gibi dertlerimiz vardır. Çay bardağıyla başlar birçok şey. İlk defa da görsek, yüzüncü kere de görsek İstanbul’un siluetinde buluruz aradığımız ölçüyü, idealimizdeki zarafeti. Muktedirlere izan, bilim öğrenmeleri için ebru yaptıran bir kültürün mirasçılarıyız; hoyratlığı, kibri sevmeyiz. Itri’nin melodisinin de Nâzım Hikmet’in duruluğunun da Nuri Bilge Ceylan’ın kadrajının da izi, karşılığı bizdedir. 21. yüzyılda istediğimiz, öykündüğümüz ölçüyü daha bulamadık ama bulacağız, yoksa ayıp olur.
Eğer bir hüzün-neşe yelpazesi varsa, biz daha çok hüzün tarafındayız. Mesela Brezilyalılar kadar neşeli, gamsız olduğumuzu söylemek zor. Belki o yüzden türkülerimizden hüzün, dizilerimizden melodram eksik olmuyor. Kendimize, ülkemize dair hayallerimizin bir türlü tam gerçekleşmiyor olmasından mıdır acaba bu hüzün? ‘Nemrut’un Kızı’ndaki çaresizliği tatmayanımız var mıdır?
Aslında dünyalıyız. Yeni gelişmeleri merak ederiz, yeni ürünleri denemekten heyecan duyarız. Gezmek, öğrenmek, yabancılarla muhabbet etmek isteriz. Bize dünyayı gezdiren Barış Manço’nun, Mehmet Ali Birand’ın yeri başkadır bizim için. O yüzden vize gibi kibirli uygulamalar bizi incitir, kızdırır. Dünyanın bizi, niyetimizin temiz olduğunu anlamadığını düşünüp üzülürüz. Maçlarda “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi” diye bağıracak kadar da samimiyiz. Milyonlarca Suriyeliye, Iraklıya kara gün dostluğu yapan da biziz. Emperyalizmin, ırkçılığını gazabını gördükten sonra bile daha iyi bir dünya için uğraşmaktan vazgeçmedik; 1930’larda Balkan Antantı’na öncülük edebilecek cesarete ve iradeye sahiptik. 1960’larda Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Avrupa Serbest Ticaret Topluluğu arasında seçim yapacağımız zaman daha iddiali olanı seçmekten çekinmedik. Dünyayla tutturacağımız dansın ritmini daha tam oturtamadık ama bulacağız.