İsmail abiii’ içimi kopardı.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çıkamaz çocukluğundan dışarı kimse / Kardeşliğimiz bundandır” dizelerinin benim için anlamı büyük. Diyarbakır’da bir öğretmen çocuğu olarak çevremizde bulunanlar da bizim gibi memur ailelerdi. Memurların çoğu Türkiye’nin farklı yerlerinden gelmişti. Karadenizli bir ailenin candanlığını, Malatyalı Alevi bir ailede söylenen türkülerin zenginliğini çok küçük yaşlarda öğrenme şansına sahip oldum. Benim için şanstı çünkü çok farklı kültürlerden gelen ailelerin çocuklarıyla beraber geçirdiğimiz yıllar bize hoşgörülü olmayı ve karşısındakinin farklılığına saygılı olmayı öğretti. Çocukluğumda biriktirdiğim kültürel hazine dolu odadan dışarı çıkmak istemedim.
YAŞADIĞIMIZ ÜLKELER ÇOCUKLARIMIZA BENZER
Anadolu, birçok ülkeye kısmet olmayacak güzelliklere, kültürel renkliliğe sahip bir yer. Çoğu etnik köken, kendine ait özelliklerini koruyabilmenin yanında bir arada bulunmanın etkisiyle benzer özelliklere de sahip oldu. Fakat çoğu zaman benzerlik ve farklılığımızı koruma konusunda gerekli hassasiyetleri gösteremedik. Çözümünü bulma konusunda ortak paydalarımızı bulamamanın sancısıyla sorunlu bir toplum olduk. Yaşadığımız ülkeler, bin bir emekle büyüttüğümüz ve çok sevdiğimiz çocuklarımıza benzerler. Bazen çok sevdiğimiz, kendi ellerimizle yetiştirdiğimiz çocukları bile anlamakta yetersiz olduğumuz, problemlerini çözmede acz içinde kaldığımız zamanlarımız olmuştur. Bu ülke neden böyle oldu? Bu kadar acıyı neden yaşıyoruz?
GÖZ HAKKI DİYE BİR DEĞER VAR
İçimizi kanatan soruları sorup duruyoruz. Cevabını bulamayınca acı hatıralarından kaçıp gitmenin, başka ülkelerde yaşamanın çözüm olacağına kendimizi inandırmaya çalışıyoruz. Oysaki doğup büyüdüğümüz, acılarımızı, sevinçlerimizi yaşadığımız yerler, hiçbir zaman bağlarımızı koparamayacağımız, zihinlerimizden silemeyeceğimiz gerçekliğimizdir.
Bu yaz aylarını iki çocuğumla beraber Brighton’da geçirdim. Brighton’ı görenler Pier’i bilirler. Orada oldukça kalabalık, turistlerin gezdiği bir cadde var. Önümüzde yürüyen kalabalık gruptan biri, karşı kaldırıma “İsmail Abiii” diye bağırdı. Gencecik bir kızın sesiydi. Türkiye’den birinin sesiydi. Çok içten ve coşkuluydu. ‘Abi’ deyişinde bir samimiyet vardı. Yaklaşık iki aydır birbirine bu kadar güzel seslenen birilerini duymamıştım. İçimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Genç kızla beraber ben de İsmail’e gülümsedim. İsmail ve genç kızın içtenliğini Brighton’da bırakarak İstanbul’a döndüğümde hiç tanımadığım komşumun getirdiği bir kâse aşure bana, Türkiye’de olduğumu tekrar hatırlattı. Evlerinde bin bir emekle pişirdiklerini başkalarıyla paylaşmak da herhalde bizim toplumumuza ait bir gelenek. Anadolu toplumuna ait, başka yerde az rastlanılır göz hakkı diye bir değer var. Yoksul da olsa, pişirdiği aşı başkasıyla paylaşma geleneği var. Sofrasındakini paylaşırken hiçbir karşılık beklemeden yapar bunu.
Komşunun elindeki kâseyi görünce aşımızı paylaştığımız gibi, acımızı da paylaşmaya ihtiyaç duyduğumuz bir zamandan geçtiğimizi düşündüm.
ŞEKERİN TATLISI SÜTÜN BEYAZLIĞI
Şekerin tatlısını, portakalın ekşiliğini, sütün beyazlığını, hububatın kokusunu barındıran bir çeşitlilikti kâsedeki. Türkiye’deki çeşitliliğe benziyordu. Teşekkür ederek kapıyı kapattım. Kapıyı kapatınca aramızdaki kapalı kapı duvara döndü. Yüreklerimizi açmaktan korktuğumuz için mi duvarlar örülüyordu. Aramızdaki duvarları kaldıramadığımız için mi yüreklerimizi açamıyorduk. Yüreklerimizi açamadığımız için mi mutsuzduk. Mutsuzdum çünkü ona aşure hakkındaki rivayetleri anlatamamıştım. Rivayet oydu ki: Yusuf Peygamber’in kuyudan çıktığı gün, Hazreti İbrahim oğlu İsmail’i kurban etmekten kurtarıp oğluna kavuştuğu gün, Nuh’un tufandan kurtulup gemide arta kalanlardan bu aşın piştiğiydi.